
Anksiyete bozukluğu, dünya genelinde yüz milyonlarca insanı etkileyen ve yaşam kalitesini ciddi şekilde düşüren bir ruh sağlığı sorunu. Türkiye’de yapılan araştırmalar, nüfusun yaklaşık yüzde 15-20’sinin yaşamlarının bir döneminde anksiyete bozukluğu yaşadığını gösteriyor. Normal kaygı ile patolojik anksiyete arasındaki farkı anlamak, erken tanı ve etkili tedavi için kritik öneme sahip. Anksiyete, gelecekte olabilecek tehlikelere karşı vücudumuzun verdiği evrimsel bir tepki. Bu mekanizma hayatta kalmamız için gerekli ancak aşırı aktif hale geldiğinde sorunlara yol açabiliyor. Modern yaşamın stres faktörleri, genetik yatkınlık ve travmatik deneyimler bir araya geldiğinde anksiyete bozukluğu gelişebiliyor.
Yaygın anksiyete bozukluğu (YAB), en sık görülen form. Kişi, gerçek bir tehdit olmadığı halde sürekli endişe duyuyor. İş, sağlık, aile ve günlük olaylar hakkında aşırı ve kontrol edilemeyen kaygılar yaşanıyor. Bu durum en az altı ay boyunca devam ediyor ve günlük işlevselliği bozuyor. Panik bozukluk, ani ve yoğun korku atakları ile karakterize. Kalp krizi geçiriyormuş hissi, nefes alamama, baş dönmesi ve ölüm korkusu bu atakların temel belirtileri. Panik atak yaşayan kişiler, bir sonraki ataktan korkmaya başlıyor ve bu durum kısır döngü yaratıyor.
Sosyal anksiyete bozukluğu, başkalarının önünde performans gösterme veya değerlendirilme durumlarında aşırı kaygı yaratıyor. Konuşma, yemek yeme veya toplum içinde bulunma gibi günlük aktiviteler bile çekilmez hâle gelebiliyor. 1001 Terapist’ten Uzman Klinik Psikolog Emre Gökçeoğlu’na göre İstanbul psikolog uzmanlarına başvuran danışanların önemli bir kısmını sosyal anksiyete yaşayanlar oluşturuyor.
1001 Terapist’ten Yönetici Gökçeoğlu’na göre fiziksel belirtiler genellikle ilk fark edilen şeyler oluyor. Bunlar da kalp çarpıntısı, terleme, titreme, baş dönmesi ve mide bulantısı en yaygın fiziksel semptomlar. Ayrıca, kas gerginliği, yorgunluk ve uyku problemleri de sıklıkla görülüyor. Bilişsel belirtiler arasında sürekli endişe, konsantrasyon güçlüğü, kötü senaryolar kurma ve felaketleştirme yer alıyor. “Ya olursa?” sorusu zihnin merkezine yerleşiyor ve kişi en kötü ihtimalleri düşünmekten kendini alamıyor.
Davranışsal değişiklikler de belirgin oluyor. Kaygı veren durumlardan kaçınma, güvence arama davranışı ve sosyal geri çekilme tipik örnekler. Bazı kişiler aşırı hazırlık yaparak veya kontrol ederek kaygıyı yönetmeye çalışıyor.
“Genetik faktörler önemli rol oynuyor. Ailede anksiyete bozukluğu öyküsü bulunan kişiler daha yüksek risk taşıyor. Ancak genetik yatkınlık tek başına yeterli değil, çevresel faktörlerin de devreye girmesi gerekiyor.” sözlerini kaydeden Gökçeoğlu’na göre çocukluk dönemindeki deneyimler, anksiyete gelişiminde kritik rol oynuyor. Aşırı koruyucu veya eleştirel ebeveyn tutumları, travmatik olaylar ve istismar yaşantıları risk faktörleri arasında yer alıyor. Öte yandan güvensiz bağlanma stilleri de yetişkinlikte anksiyete ile ilişkilendiriliyor.
Beyin kimyası ve nörotransmitter dengesizlikleri de önemli. Serotonin, GABA ve norepinefrin düzeylerindeki değişiklikler anksiyete belirtilerine yol açabiliyor. Amigdala ve prefrontal korteks gibi beyin bölgelerinin aşırı veya yetersiz aktivitesi de rol oynuyor.
Profesyonel değerlendirme, kapsamlı klinik görüşme ile başlıyor. Terapist, semptomların başlangıcını, süresini, şiddetini ve günlük yaşam üzerindeki etkisini değerlendiriyor. İstanbul’un yanı sıra Ankara psikolog ve diğer büyük şehirlerin uzmanları da tanı sürecinde standardize değerlendirme araçları da kullanıyor. Fiziksel hastalıkların dışlanması için tıbbi muayene gerekebiliyor. Tiroid problemleri, kardiyak durumlar ve bazı ilaçlar anksiyete benzeri belirtiler yaratabildiği için ayırıcı tanı önemli.
Klinik Psikolog Emre Gökçeoğlu’na göre bilişsel davranışçı terapi (BDT), anksiyete bozukluğu tedavisinde altın standart olarak kabul ediliyor. Bu yaklaşımda kişi, anksiyeteyi tetikleyen düşünce kalıplarını fark etmeyi ve değiştirmeyi öğreniyor. Yanlış yorumlamalar ve felaketleştirme eğilimleri düzeltiliyor.
Maruz bırakma terapisi, korku hiyerarşisi oluşturularak kademeli şekilde uygulanıyor. Kişi, kaçındığı durumlarla kontrollü şekilde yüzleşerek korkunun gerçekte zararsız olduğunu deneyimliyor. Bu süreç, habituasyon yoluyla kaygı azalması sağlıyor. İlaç tedavisi, şiddetli vakalarda veya terapi ile kombine edilerek kullanılıyor. SSRI grubu antidepresanlar ilk tercih edilen ilaçlar arasında yer alıyor. Benzodiazepinler kısa süreli kullanım için etkili ancak bağımlılık riski taşıyor.
1001terapist.com’dan Psikolog Gökçeoğlu’na göre kendi kendini rahatlatmak da mümkün. Buna göre nefes egzersizleri, anksiyete anında hemen uygulanabilecek etkili teknikler. Diyafram nefesi, parasempatik sinir sistemini aktive ederek sakinleştirici etki yaratıyor. Günde 10-15 dakika düzenli nefes pratiği, genel anksiyete seviyesini düşürüyor.
Mindfulness ve meditasyon uygulamaları, şimdiki ana odaklanmayı öğretiyor. Gelecek endişelerinden uzaklaşıp anda kalma becerisi geliştiriliyor. Araştırmalar, düzenli mindfulness pratiğinin beyin yapısını olumlu yönde değiştirdiğini gösteriyor. Fiziksel aktivite, doğal bir anksiyete azaltıcı. Egzersiz, endorfin salınımını artırıyor ve stres hormonlarını azaltıyor. Haftada en az 150 dakika orta yoğunlukta egzersiz öneriliyor.
“Uyku hijyeni, anksiyete yönetiminde kritik rol oynuyor.” diyen Gökçeoğlu’na göre düzenli uyku saatleri, yatak odasının karanlık ve sessiz tutulması, yatmadan önce ekran kullanımından kaçınma önemli. Yetersiz uyku, anksiyete belirtilerini şiddetlendiriyor.
Beslenme alışkanlıkları da etkili oluyor. Kafein tüketiminin sınırlandırılması, düzenli öğünler ve omega-3 açısından zengin besinler faydalı. Alkol ve nikotin, kısa vadede rahatlatıcı gibi görünse de uzun vadede anksiyeteyi artırıyor. Sosyal bağlantılar güçlendiriliyor. İzolasyon anksiyeteyi beslerken, destekleyici ilişkiler koruyucu etki gösteriyor. Düzenli sosyal aktiviteler ve sevdikleriyle zaman geçirmek önemli.
YAZIYI PAYLAŞ
YORUMUNUZ VAR MI?