TÜİK raporunu eleştiren Dr. Yavuz Dizdar: Türkiye’de artan obezite değil kanserdir

Yazan Ayla Türksoy
Kategori: Onkoloji, Sağlık Gündemi Print

Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK) tarafından bu ay yayınlanan 2016 yılına ait sağlık araştırmasında “obezite” konusu yine ilk sıralarda yer alıyordu. Yaklaşık olarak her 5 kişiden birinin obez, her 3 kişiden birinin ise obezite öncesi aşırı kilolu olduğu belirtilen araştırma, belki de yeni bir şey söylemediği için rakamlar dışında fazla haber olmadı. Aşırı kilo, yanlış beslenme ve diğer yaşam alışkanlıklarının nedenleri arasında yer aldığı kanser açısından araştırmanın işaret ettiği sonuçlar, geçen iki yılın ardından farkındalık yaratır mı henüz bilmiyoruz. Bununla birlikte kanser alanında çalışan ve beslenme ile hastalık ilişkisi konusunda, bilim çevresi içinde farklı ve eleştirel söylemleri bulunan İstanbul Tıp Fakültesi’nden Radyasyon Onkolojisi Uzmanı Dr. Yavuz Dizdar, araştırma sonuçları ve kansere yol açan nedenler hakkında yine farklı ve eleştirel yorumlar yaptı…

TUİK raporunda da yer alan obezite rakamlarının, Türkiye için sürekli alarm veren bir gerçeklik olamayacağını ifade eden Dr. Dizdar’a göre artan obezite değil, kanser.
“İçinde TUİK’in de olduğu bazı kuruluşlar arada bir rapor yayınlar. Bunlar tartışalım bile demez, elini taşın altına koymaz, hep rapor yayınlarlar. Bence faaliyet göstermek için yayınlamışlardır. Obezitenin arttığını söyleyen başkaları da var. Ben de çok fazla okula konuşmaya gidiyorum. Bunların bir kısmı kalburüstü okullar, fakat devlet okullarında da çok fazla obez birey görmüyorum. Metroda, otobüste de böyle. Ya onların kriterleri farklı ya gördüğüm bireyler. Bence ortalama popülasyona göre obezitenin varlığı ya da aşırı kilolu insanlar, benim çocukluğumda olan oransal durumdan çok farklı değil.

Buna rağmen sürekli ‘obezite artıyor, obezite alarm veriyor’ şeklinde bir uyarı silsilesi dolaşmakta. Tekrarlanan akılda kalır. Ya bizim görmediğimiz mahallelerde yaşıyor bu insanlar ya da araştırmayı yapanlar onları daha fazla görüyorlar. Peki, buna müdahale edeceğimiz bir yer varsa neden müdahale etmiyoruz? Neden obezite artıyor şeklinde panik halinde etrafında dolanıyoruz ki! Ancak kanserin arttığını söyleyebiliriz.

Çünkü bu alanda çalışıyorum. Kanser artıyor fakat orada bile bir hata payını kenara koyuyorum çünkü biz tanıyı koyuyoruz ama tanı koyduklarımızın tümü kanser olmayabilir. Yani mikroskobik olarak kötü huylu bir doku yakalıyoruz, sonrasında ise seyir açısından baktığımızda bunlar her zaman kanser dediğimiz ve insanı çökerten hastalık profili çizmiyorlar.

Birçok hastalık açısından obezitenin zemin oluşturma ilişkisi var. Bu nedenle bile çok konuşulması gerekmez mi?

Dr. Dizdar: Her ikisine birden neden olabilecek koşula giderseniz elinizi rahatlatırsınız.

İkisine birden neden olan faktörler neler?

Dr. Dizdar: Beslenme alışkanlıkları. Çoğunda uzun raf ömrü etkendir, ayrıca bu insanların kilo almasında da uzun raf ömrü etkendir. Alınan enerjiyi yakabilmek için onun yakılabilir formda olması gerekir. Biyolojik yıkım yani enerji harcanması bizim bildiğimiz odunun yakılması gibi olmuyor. Bunun enerjiye dönüştürülebilmesi lazım. Çıra benzetmesi vereyim. Odunu doğrudan tutuşturamazsınız ama çıra varsa yanar. Bu çıra dediğimiz faktör, uzun raf ömürlü gıda ürününden eksiltilen faktördür. O nedenle ben şahsen, biz aldığımız kaloriyi yakamıyoruz sonucuna varıyorum.

Çünkü besinlerin bozulması demek, metabolik olarak dönüşmesi demek. Ama örneğin aldığımız ambalajlı keki açıkta da bıraksanız bir şey bozulmuyor. Bunun gibi sosise bir şey olmuyor, yoğurt ekşimiyor. Demek ki biyolojik dönüşüm kusuru var ve bu da obezite yapar sonucunu çıkartırım. Bugüne kadar karşılığında bir şey söyleyen zaten olmadı ama en azından bir suçlu arıyorsanız, doğru yerde aramak açısından bir avantaj sunar bu.

Geçen hafta başı bir toplantıda, masada duran açılmış gofret paketinden birini ağzıma attım; çıtır çıtır. Birkaç gündür açık duran gofretin o kadar taze olmasına imkân yok. Bir gofret açık havada, İstanbul koşullarında çıtırtısını hiç kaybetmeden nasıl dayanıyor bunu sormak lazım. Nem çekmiyor, fiziksel koşullarında bir değişiklik olmuyor. Ben bunu bir kekte denedim örneğin. Bu keki halen saklarım. Bir arkadaşım yazlıktan getirmişti, üzerinden bir kış geçen, ambalajı açılmış bir kek. Her sene bir kere tadına bakarım, bir şey olmuyor. Bir miktar kuruyor ama bir şey olmuyor. Küflenme söz konusu değil.

Bu ürünler nasıl taze kalıyor?

Dr. Dizdar: Herkes, uzun ömürlü olması için, içine bir şey karıştırılıyor diye düşünür genelde. Hayır. Buna gerek yok ki. Besinleri bozan mikroorganizmadır. Bu mikroorganizmaların üremesi için asgari bazı maddelere ihtiyacı var. Bu maddelerden birini bile işlemle eksiltirseniz bozulma olmuyor. Örneğin meyve suları. Bunlar katkısız mı, evet ama artık farklı bir şey. Çünkü önce aromayı çekiyorsunuz. Aroma, yüksek ısılı işlemlere hassastır; aromayı 80 derecede çekip üzerine, sütte yapılana benzer yüksek basınç işlemi yapılıyor. Arkasından, ambalajlama öncesinde aromayı geriye iade ediyorlar. Oldu mu katkısız, uzun raf ömürlü bir şey… Bunun yakılması söz konusu değil, yakamazsınız. Çünkü yakılması için yakılabilir bileşeninin olması lazım…

Market baskısı denen bir şey var. Market diyor ki, ürün uzun ömürlü olacak, bu da sonuçta marketi kârlı çıkaran bir şey. Ne yapabilirsiniz? Örneğin sistemi değiştirmek isteyen güçlü kurumlar isterlerse bazı ürünlerin markette satışını engelleyebilir; örneğin günlük süt. Sadece bakkallarda veya şu noktalarda satılabilir deyip piyasayı düzenleyebilir. Marketler zincir market. Bu zincirleşmenin önünü almak önemli bir şeydir. Kitapçının zinciri olabilir, bu bile tartışılabilir ama marketin zinciri olduğunda raf ömrü anahtardır.

Bunu Sağlık Bakanlığı eliyle düzenleme yolu var mı?

Dr. Dizdar: Yok. Okul kantinlerini ele alalım. ‘İki adet normal ürün satın’ diyorsun, olmuyor. Milli Eğitim Bakanlığı bile okulların kantinine karışamaz.

Ayran, meyve suyu satılıyor kantinlerde; bunlar faydalı değil mi?

Dr. Dizdar:  Ayran dediğiniz şey ekşir, denemesi çok basit. Satılan ayranları ucundan açtığınız an maya artışı olur. Sonra üzerini kapatın, uzun süre bekletin, ekşimediğini görürsünüz. Piyasadan aldığınız meyve suları şekerli, aromalı su karşılığına gelir.

Ne satılmalı okul kantinlerinde?

Dr. Yavuz Dizdar: Bisküvi de satabilirsiniz ama çocukların doğru dürüst yiyebileceği birkaç kalem besin mutlaka satılmalı. Günlük süt satmak zorundasınız ve bunu teşvik edeceksiniz. Taze meyve, kuruyemiş satmak zorundasınız. Oysa bu konular sadece hijyen bağlamında tartışılıyor. ‘Bizim kantinimiz çok hijyenik’. Bana ne hijyenik olmasından… Bizim konumuz, dönüşebilir gıda. Bu da taze, günlük besin olmak zorunda. Örneğin lisede bize süt verirlerdi; okulda, kazanda kaynatılırdı sabah sütler. Hatta içine şeker konulurdu.

Şeker zararlı değil mi? Hayatlarından şekeri tamamen çıkaranlar var.

Dr. Dizdar: İnsanlar şekeri yakabildiği kadar yiyebilir. Oysa genelde zevk için şekerli besin tüketiliyor. Ben de artık kahvemi şekersiz tüketiyorum. Bir süre sonra tadına alışıp, şeker aramıyorsunuz. Fakat sabah çayınızı şekerli içmek istiyorsunuzdur bir adet kesme şeker atarsınız. Bunu beş-altı şekerle içen var; bu mantıklı, makûl değil. 10 bardak çay içse 60 şeker yapar ki bu da çok fazla kalori eder.

Yağlar konusunda ne dersiniz? En son palm yağı ve kanser ilişkisi çok konuşuldu?

Dr. Dizdar: Yağın iyisini yerseniz bir şey olmaz. Palm yağı birçok gıdanın içine konuluyor, uzun süreden beridir de var. İyi bir yağ mı; değil, kanser yapar mı; pek sanmıyorum. Çünkü asıl kanserojen olan, besin maddesinin yüksek ateşte işlem görmesi.

Şöyle bir yakınma var: “Uzmanlar farklı şeyler söylüyor. Ne yapacağız, kime güveneceğiz?”

Dr. Dizdar: Asıl konu güvenmemek. Değerleri korumayı başarsak bunlara pek gerek kalmayacak. Yıllarca tavuğu körpe, sütü hijyen diye anlattılar, ilgisi yokmuş. Yoğurt da böyle. Bir hayvanın büyüme dönemi içinde 500 gram olması gereken yerde 2,5 kilo olmasının bir açıklaması olması gerekir. Hayvanın büyümeye istidadı vardı şeklinde bir açıklama getiremezsiniz. Bunu tartışamıyorsunuz, asıl sorun o. Bunların herhangi biri bilimsel kongrede tartışılmıyor. Onkoloji kongresi yaptıklarında da tartışılmıyor. Yoğurt konusunu gönderdim; alt tarafı serbest bildiri yapacaklar ya da poster, hepsi reddedildi. Cevap olarak, gereken baraj puanını geçemediği bildirildi…

Mevcut paradigmanın değişmesi ya da tıbba bir doktrin oturması lazım. Tıp beslenme gibidir hocadan gördüğünü uygularsın. Biz bunu zamanında daha iyi uyguluyorduk şimdi ilaç endüstrisi işin içine o kadar girdi ki artık doktor ile hastanın alâkası kalmadı. Doktor tetkik isteyen, ilaç yazan kişi haline geldi. Fakat arkasındaki bilimsel bilgide ciddi renovasyon (yenilenme) meydana gelebilir, ben bunu görüyorum. Bu sene farklı bakış açılarının mümkün olduğunu anlatmak adına “Tıpta Rönesans olabilir mi?” şeklinde bir projenin duyurusunu yaptık. Aksilik olmazsa farklı alanlardan uzmanlarla Ağustos ayında İstanbul Tıp Fakültesi’nde yapacağız.”

YAZIYI PAYLAŞ

YORUMUNUZ VAR MI?

guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
Tüm yorumları gör
Araç çubuğuna atla